
Umut, Direniş, İsyan: Filistin Direnişi Tarihi
Yazar: Ali Gültekin
Siyonist proje nasıl başladı, ilk yerleşimciler hangi koşullar altında ve nasıl geldiler?
1881’de Rus Çarı 2. Aleksander’ın öldürülmesinden sonra artan Yahudi düşmanlığı ve saldırılar sebebiyle Yahudilerin “aliya” adını verdikleri kitlesel göç dalgaları başladı. Dünya’da, özellikle de Doğu Avrupa’da, yahudiler ötekileştirilmeye maruz kalıyor, göç etme ihtiyacı duyuyor üst sınıf Yahudi sermayedarları ise kendi politik ajandaları dahilinde bu göçü Filistin topraklarına yönlendiriyorlardı. Filistin’de toprak satın alan Yahudi burjuvazisi, bu topraklarda koloniler kuruyor, gelen yerleşimcileri buralara yerleştiriyorlardı. Göçleri Filistin topraklarına yönlendirme durumu yalnızca 20. Yüzyılın başı ile sınırlı değildi, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından göç eden 100 bin Avrupalı Yahudi, Amerika’ya göç etmek isterlerken Siyonist burjuvaziyle işbirliği içerisinde Amerikan hükümeti bu Yahudileri kabul etmemiş, İngiltere ile giriştiği pazarlıklar sonucunda bu Yahudiler zorla Filistin’e gönderilmişti.
Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Ortadoğu, emperyalist devletler arasında bir bölüşüme tabi tutuldu. Bu yıllarda Filistin’de yaşayan Arap nüfusu 650 bin civarındayken Yahudi nüfusu ise göçlerle birlikte 50 bin civarındaydı. Siyonist burjuvazi, Ortadoğu haritasının yeniden çizildiği bu anlaşmalar döneminden bir devlet garantisi almayı amaçlıyordu. Balfour Deklarasyonu ile İngiltere’den bu garantiyi aldılar. Dönemin İngiliz Dışişleri Bakanı Arthur Balfour, 2 Kasım 1917’de İngiltere Siyonist Dernekleri Konfederasyonu Başkanı Lord Rothschild’e yazdığı ve tarihe ‘Balfour Deklarasyonu’ olarak geçecek mektubunda, İngiltere’nin siyonist projeyi onayladığını, Filistin’de Yahudi halkı için bir milli yurt tesisi için onay verdiğini ve bu gayenin gerçekleşmesini kolaylaştırmak adına her türlü çabayı harcayacağını bildiriyordu.
1920 San Remo Konferansı’nda Filistin, İngiliz manda yönetimine bırakıldı. 1948’e kadar da bölge İngiliz yönetiminde kaldı. Bu dönem boyunca İngiliz yönetimi, Balfour’da vadettiği üzere Yahudi yerleşimcilerin yanında tutum aldı ve kurulacak devlet için gerekli şartları sağladı. Yahudiler, bölgeye politik bir motivasyonla da göç etmelerinden ötürü oldukça örgütlülerdi. Öte yandan Filistinli Araplar’ın örgütlü bir yapısı hatta altında toplanabilecekleri toplumsal bir liderlik kurumları bile bulunmamaktaydı. Bu dönemde siyonist yerleşimcilere karşı politik tavrı yönlendirenler bölgedeki Osmanlı döneminden kalma nüfuzlu ailelerdi. Bu feodal aileler ise, doğaları gereği, kendi kişisel çıkarlarını, aralarındaki rekabeti daha ulus kimliğini bile kazanmamış Filistin halkının çıkarlarının üstünde tutuyorlardı. Siyonist yerleşimcilerin planlı ve örgütlü bir şekilde hareket ettiği bu dönemde Filistinliler feodal yapılanmalardan ötesine geçememiş, dağınık halde yalnızca mahalli çatışmalarla sınırlı kalacak direniş eylemlerinde bulunabilmişlerdi. İngiliz yönetimi altında Yahudiler Filistinlileri işsizliğe mahkûm etmiş, tüm iş kollarında açıktan bir Arap ayrımcılığı başlamıştı. Bu dönem için Filistin direnişinin en önemli figürü Şeyh İzzeddin el-Kassam’dı. İzzeddin Kassam, dönemin feodal Filistin liderliğinin aksine hem İngilizlere hem de Siyonistler’e karşı silahlı mücadeleyi savunuyordu. Bu yönde beşer kişilik örgüt hücrelerinden oluşan gizli bir silahlı örgüt kuran İzzeddin Kassam, oldukça örgütlü olan silahlı Yahudi yerleşimcilere karşı bir direniş ortaya koyuyordu. İzzeddin Kassam, 1935 yılında İngilizler tarafından şehit edildi. Onun mücadelesi Filistin’de direnişin kıvılcımını yaktı. Kassam’ın 280 kişilik örgütü, şehadetinin üç yıl ardından 4 bin kişiye ulaşırken, 1936’da başlayan Arap İsyanı da İzzeddin Kassam’dan güç alıyordu. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından küresel statükonun liderliğinin İngiltere’den Amerika’ya devriyle birlikte Filistin’deki ana dış aktör de peyderpey Amerika haline geldi. 29 Kasım 1947 BM Genel Kurulu, 13’e karşı 30 oyla Filistin’in Arap ve Yahudi devletlerine bölünmesini ve Kudüs’ün uluslararası statü kazanmasını kabul etti. BM Kararı’nın yürürlüğe girdiği tarihten on iki gün sonra, Filistinlilerin bölgeden tahliyeleri başladı. Bir ay sonra, Filistinlilerin konvoylara ve Yahudi yerleşimlerine düzenledikleri saldırılara misilleme hareketi olarak ilk Filistin köyü haritadan silindi. Bu eylem, Mart ayında bir etnik temizlik operasyonuna dönüştü ve bunun sonucunda Filistin’in yerli halkının büyük bir bölümü yerlerini yurtlarını yitirdiler. Normalde bölgeyi BM’nin kurulmasını öngördüğü devletlere bırakarak çekilmesi gereken İngiliz yönetimi, etnik temizliğin ortasında, bölgenin siyonist mezbaha dönüşmesine izin vererek Filistin topraklarından kaçarcasına ayrıldı. İngiliz yüksek komiserinin gidişinden birkaç saat sonra ise Ben Gurion İsrail devletinin bağımsızlığını ilan etti. BM Filistin’in %56,4’ünü İsrail’e vermişti. Arap Devletleri doğal olarak bu durumu kabul etmediler. Ardından çıkan savaşta İsrail, her zamanki gibi kollektif batının desteği ile, dağınık Arap devletlerini yenilgiye uğrattı ve Filistin topraklarının %11’ini daha işgal etti.
İsrail’in kuruluşunda, İsrailli anti-siyonist akademisyen İlan Pappe’ye göre birbiriyle rekabet eden dört ana eğilim vardı. Bunların en güçlüsü işçi hareketiyken diğerleri sırasıyla sosyalist Hashomer Hazair, dindar ve milliyetçi Mizrahi hareketi ve son olarak da sağ kanat revizyonistlerdi. Lakin bu görüş ayrılıkları İsrail’in işgalci stratejilerini tartışmaya açmıyor, yalnızca yöntemler konusunda farklılaşıyordu. Bu noktada İsrail’de tüm siyasi akımlar tarafından benimsenmiş ve resmi güvenlik politikası haline getirilmiş, faşist Jabotinsky ve sağ kanat tarafından ortaya atılan Demir Duvar doktrinine değinmek gerekiyor. Jabotinsky’nin Demir Duvar isimli makalesine dayanan bu doktrinin temel savunusu hangi yöntem kullanılırsa kullanılsın Araplar ile herhangi bir uzlaşmaya varılamayacağı, yerli halkın her zaman sömürgeciyi yok etmek üzere hareket edeceği dolayısıyla İsrail’in bölgede varlığını sürdürmesinin tek yolunun yöre halkının hiçbir şekilde kıramayacağı bir güç kalkanının, yani demir duvarın, sürdürülüp geliştirilmesi olduğudur. İsrail’in üzerine kurulduğu temeli oldukça dürüstlükle açıklayan bu makale, neden İsrail gibi bir varlıkla yalnızca silahla iletişim kurulabileceğini de göstermektedir.
48 Sonrası Filistin mücadelesini 67 savaşına kadar Arap devletleri yönetti. Bölgede Cemal Abdünnasır’ın çıkışıyla ivme kazanan Arap milliyetçiliği Filistin mücadelesini de etkiledi. Bu dönemde Filistin mücadelesinin önderliğini yapan yerel silahlı örgütler değil, Arap devletleriydi. Kaba bir özet yapmak gerekirse, Filistin mücadelesi 48’e kadar yalnızca mahalli silahlı gruplar ve feodal örgütlenmelerden ibaret nüfuzlu ailelerin siyasi partileri tarafından sahiplenildi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Arap devletlerinin sırasıyla bağımsızlıklarını kazanmasının ve bölgede Arap milliyetçiliğinin peydah olmasının ardından direnişin öncülüğünü Arap devletleri yapmaya başladı. Filistin’de örgütlü ve yapısal bir silahlı direnişin gelişmesi ve mücadelenin öncülüğünü alması için, başlangıcı Balfour deklarasyonu kabul edersek, 50 yıllık bir zamanın geçmesi gerekti. Bugün Filistin direnişini olası barış seçeneklerini baltalamakla itham eden tarih körü yorumcuların gözden kaçırdıkları olgulardan birisi de buydu. Filistin, 50 yıl boyunca mücadeleye sahip çıkan bir direniş hareketinden yoksundu ve bu durum herhangi bir barışı getirmediği gibi tehcir ve soykırım dışında hiçbir sonuç doğurmamıştı.
67 Savaşı çok trajik bir şekilde, pratikte iki saatte, sonlandı ve Arap dünyasının düşünsel ve duygusal atmosferini kökten değiştirdi. İsrail, de facto olarak varlığını tüm Arap rejimlerine kabul ettirdi. Direnişin önderliğini çeken Mısır’ın 78’de Camp David anlaşması ile İsrail’i resmi olarak tanıması bu atmosferin çıktısıydı. Diğer taraftan Filistin direnişinin önderliği 59’da kurulan El Fetih’in başını çektiği FKÖ’ye geçti. Filistin direnişinin 70’lerdeki mücadelesi defalarca kaybedilmiş, sahipsiz bırakılmış, ihanetlere uğramış, tehcir sonrası ulus kimliğini kaybetmek üzere olan bir halkın çığlıklarının vücut bulmuş halidir. Canhıraş şekilde mücadeleye girişilmiş, Nakba sonrası Ürdün, Lübnan, Suriye’de kurulan mülteci kampları bu mücadelenin merkezi haline gelmiştir. Arap rejimleri ise, özellikle 67 yenilgisinden sonra, bir yandan da üzerine kuruldukları ve desteğini aldıkları politik yapının doğal gereklilikleriyle, Filistin direnişini kendi planlarını baltalayan ve üzerinde nüfuz kurulması gereken bir yapı olarak değerlendirdiler.
El Fetih, 67 Savaşı’ndaki trajik yenilginin 1 ay ardından, Resmiyette Ürdün’den koparılmış ancak pratikte hala Ürdün’ün bir parçası gibi işlev gören Batı Şeria’ya geri döndü. Burada 5 ay boyunca bir direniş örmeye çalıştı ancak halkın desteğini alamadığı gibi sahada da başarısız oldu. Sonrasında Şeria nehrinin doğusuna, yani Ürdün’e, geçti. Böylesine bir umutsuzluk tablosunda, 68’de, Ürdün’ün Kerame kentinde El-Fetih, İsrail’e karşı zafer kazandı. Bu zafer Direniş’in tam da ihtiyacı olan motivasyonu sağladı. Kerame Savaşı olarak bilinen bu savaşın ardından birkaç ay içerisinde yüz binden fazla gönüllü El-Fetih’e katılım başvurusu yapacaktı. El-Fetih’in yükselişi ve Arafat’ın FKÖ başkanlığına seçilmesinin ardından Filistin direnişi için yeni bir perde açıldı. El-Fetih’in direnişin merkezinde bulunduğu bu dönem Birinci İntifada ve ardından Oslo Anlaşmalarına kadar devam etti. El-Fetih, dönemin diğer örgütlerinin aksine ideolojik bir fikir benimsemeyi reddetmiş ve çatısı altında Filistin devleti ideali etrafında farklı ideolojilerden, milli ve dini kimliklerden insanları toplamıştı. Bunun yanında ideolojik bir savaş da veren FHKC, FDHKC, çeşitli Marksist örgütler ve FHKC/GK; Suriye Baas’ına bağlı Saika, Irak Baas’ına bağlı Arap Kurtuluş Örgütü gibi askeri yapıda örgütler Direniş’in bu dönemki özneleriydi. Bu döneme dair Filistin direnişinin en büyük kazanımı Filistin ulus kimliğinin oluşturulmasıydı. 48’den sonra diğer Arap ülkelerine tehcire zorlanan veya kendi vatanlarında mülteci statüsüne düşen Filistinliler, gittikleri yerlerde Arap olmalarına rağmen ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmüşlerdi. Örneğin Gazze’nin Mısır’a bağlı olduğu dönemde Gazze’den Mısır’a geçmek için özel izin çıkartmak gerekiyordu. Lübnan, Ürdün ve Suriye’de kurulan mülteci kamplarına giriş çıkışlar için de özel izinler alınması gerekiyordu ve bu kamplardaki şartlar çok kötüydü. Filistinli mültecileri kabul eden Arap devletleri onlara ikinci sınıf vatandaş muamelesinde bulunuyor, onları Filistinli olarak değil, Arap kimlikleriyle kabul ediyordu. Örneğin Ürdün Krallığı, Şeria nehrinin batısındaki Filistinlileri bile Ürdünlü olarak görüyordu. Böyle bir dönemde, farklı topraklara göç etmeleri ile birbirleriyle bağlantıları da zayıflayan Filistinlilerin ulusal kimliğinin kaybolması işten bile değildi. Direnişin en büyük başarısı, silahlı direniş etrafında tüm Filistin halkını konsolide etmek ve aynı direnişin etrafında bir milli kimlik oluşturmak oldu. Tüm Ortadoğuyu sarmış umutsuzluk sarmalını silahlı direnişle kıran bu örgütler, aynı zamanda Filistin halkının sömürüyü kabullenmesinin ve normalleştirmesinin de önüne geçti. Korku ve sömürünün meşrulaşmasının önüne silahlı direnişi koyup karşılığında somut çıktılar elde ederek bir yandan İsrail’in öbür yandan Arap devletlerinin çıkarları uğruna kullandığı Filistin halkının zihinlerindeki bariyerleri kaldırdı. Tabii ki bu dönemde sonradan Direniş öznelerinin özeleştirilerini vereceği birçok hatalar yapıldı.
Binlerce insanın hayatını kaybettiği ve Direnişin Ürdün’den sürüldüğü Kara Eylül olayları tarihte çok büyük bir trajedi olarak yer aldı. Kara Eylül bir yandan işbirlikçi Ürdün rejiminin attığı büyük bir kazık olmakla beraber öte yandan Filistin direnişinin de büyük hatalar yaptığı bir sürecin çıktısıydı. Buradan Lübnan’a sürülen direniş grupları, bu ülkede de iç savaşın merkezinde kaldılar. Her şeye rağmen silahlı direnişin terk edilmediği bu dönem, Birinci İntifada ile İsrail’i tarihinde ilk kez büyük bir tehlikenin içinde bıraktı.
Birinci İntifada’nın Gazze’deki mülteci kamplarında başladığı dönem, İşgal altındaki topraklarda yaşayan Filistin nüfusunun toplam işgücünün yüzde otuz beşi işsizdi. İş bulabilenler de yoğun sömürü altında İsrail’de ücretli işçi olarak çalışıyorlardı. FKÖ ise Birinci İntifada’dan çok daha önce, teslimiyetçi politikalar benimsemiş, kendilerini topraklarından süren Ürdün Kralı Hüseyin’le yakınlaşmış ve onun aracılığıyla İsrail ile Batı Şeria üzerinde sonuçsuz pazarlıklara girişmeye başlamıştı. İntifada tamamen halk tabanından gerçekleşmiş bir hareket olarak FKÖ’nün planlarının dışında gelişti. İşgal altındaki topraklarda yaşayan tüm Filistinlilerin ortak bir direnişi olarak 6 yıl boyunca devam etti. İslami Cihad örgütü bu dönem yükselişe geçerken, Hamas bu dönem ortaya çıktı. İntifada’nın bir sonucu olarak İsrail, tepkileri soğurmak adına öncesinde ilişki bile kurmadığı FKÖ ile Oslo Anlaşmalarına gitti. Bu, tamamen İntifada’nın sayesindeydi.
Birinci İntifada sonrası Oslo Anlaşmaları, direnişin birçok öznesi tarafından El-Fetih ve FKÖ yönetiminin nehirden denize özgür Filistin idealini terk etmesi olarak yorumlandı. Oslo Anlaşmaları, bugün çokça bahsedilen ve Filistin direnişini suçlamak için bir argüman olarak kullanılan iki devletli çözüm hikayesinin pratiğe geçirilme çabasının bir sonucuydu, tamamen başarısız oldu. Bu konuya burada çok girmeyeceğim ancak Oslo Anlaşmaları, Kanafani’nin sözüyle kılıçla boyun arasında bir diyaloğun direnenler için hiçbir çıktısı olmayacağının net bir göstergesi oldu. Bu dönemden sonra teslimiyetçi politikalara sığınarak yükselmesini borçlu olduğu direnişçi kimliği terk eden El-Fetih’in alternatifi olarak Hamas, İslami Cihad gibi örgütler bu direnişçi kimliği teslim aldılar. FHKC, FHKC/GK ve zaman içerisinde FDHKC gibi örgütler ise zamanla Hamas ve İslami Cihad gibi örgütlerle aynı eksenin bir parçası oldular.
İsrail Oslo’da çizilen sınırlara mutabık kalmadı, ilhaka ve sömürüye devam etti. 70’lerde bin civarı yahudinin yaşadığı Batı Şeria’da şimdilerde yarım milyon yerleşimci yaşamakta ve İsrail hız kesmeden bölgede Filistinlilere ait alanlara el koymaya devam etmekte. Arafat’ın ölümünden sonra FKÖ’nün ve Filistin Devleti’nin başkanlığına seçilen Mahmud Abbas ise İsrail rejimiyle tam bir koordinasyon halinde işbirliğini sürdürmekte.
Son olarak İkinci İntifada’yı da anmak gerek. İkinci İntifada, aynı birinci intifada gibi tabandan çıkan bir halk isyanıydı. Bu İntifada süresince Hamas hem kurucu lideri Şeyh Ahmet Yasin’i hem de yerine geçen Abdül Aziz El-Rantisi’yi şehit verdi. Hamas ve İslami Cihad’ın intihar saldırılarının da damga vurduğu bu intifadanın en büyük sonucu Hamas’ın Filistin direnişinin öncülüğünü üstlenmesi oldu. Arafat’ın 2004’teki ölümünün de sonrasında El-Fetih etkisini büyük oranda yitirdi. El-Fetih’in yükselmesinin nedeni olan direngen karakteri ise zaten on yıllar öncesinde yok olmuştu. Hamas bu karakteri sahiplendi. Hamas 2006’da Filistin seçimlerini kazandı ancak FKÖ’nün önceden yaptığı anlaşmaları kabul etmemesi nedeniyle Hamas’ın yönetime geçmesi kabul edilmedi. Gazze’de hem Hamas hem de El-Fetih hükümet olduğunu iddia ediyordu. Bazı çatışmaların sonucunda 2007’de Hamas, Gazze’nin kontrolünü tamamen aldı. Bugün ise Hamas’ın Gazze ile tamamen özdeşleştiğini, yükseliş sebebi olan direngen karakterinden vazgeçmediğini söylemek mümkün.
Peki bugünden bakınca Filistin Direnişi bu tarih boyunca ne öğrendi? Biz ondan ne öğrenebiliriz? Bu soruların cevapları uzun uzadıya tartışmayı gerektiriyor fakat kısaca değinmek istediğim tek başlık tüm silahları düşmana doğrultmanın gerekliliği. Filistin direnişi; Lübnan’da, Ürdün’de, Batı Şeria’da ve hatta Gazze’de uzun zaman boyunca birbirleriyle veya İsrail dışındaki farklı yapılarla çatışma içinde bulundular. Bu çatışmaların hepsinden karlı çıkan tek yapı ise İsrail oldu. Fakat bu durum değişti. 2018’den beri kurulan ortak operasyon odası altında Filistin’de faal olan 12 silahlı örgüt tüm askeri operasyonları koordineli halde ortak geliştirmekteler. Tüm örgütler silahlarını tek hedefe, İsrail’e çevirmiş durumda ve iç çatışmalardan özenle kaçınmaktalar. Tüm farklılıklarına rağmen, ezilen kimlikleri etrafında emperyalist sistemin ileri karakolu ve bekçisine karşı birleşerek, odaklı bir mücadele etrafında savaşıyorlar ve kazanacaklar. Biz de bu şanlı ve onurlu mücadelede direnenlerin ayak izlerini takip edecek, direnişi onlardan öğreneceğiz.